29 Mart 2013 Cuma

PERGAMON MÜZESİ BERLİN

Berlin'deki Pergamon Müzesi, Almanya nın en etkileyici ve en çok ziyaret edilen müzesi. Müzeye girer girmez tüm heybetiyle sizi karşılayan Zeus Sunağı, Bergama'da M.Ö. 197-160 arasında yapılmış ve dönemin en etkileyici anıtlarından biriymiş. 1870'lere gelindiğinde Batı Anadolu'nun demiryolu inşasında çalışan Alman mühendis Carl Humann antik kenti bulmuş. 1878'de ise koca Zeus Sunağı, Berlin'e taşınmış...


1874 nizamnamesine göre kendi topraklarında bulunan tarihi eserleri bulan ülke üçte bir hakka sahip oluyormuş. Ve böylece hakkı olanı Almanya almış geri kalan 3de 2sini Osmanlıdan satın almak istemiş ve Abdülhamit kabul etmiş 20000 frank karşılığında  satılmış. Ve böylece antik Zeus Sunağı taşınmış..Konumuz Osmanlı'nın tarihe ne kadar değer verdiği değil elbette. 

Berlin'e Dünya vatandaşı olarak gidip mutlaka bu heybetli müzeyi ziyaret edin. Türk olarak giderseniz üzülürsünüz..(İz tv  Limonata belgesel yapımcısı Ayhan Sicimoğlu )










Vikipedi de yazılanlara göre:







Bergama Müzesi (Almanca: Pergamonmuseum) Berlin'deki Müzeler Adası'nda bulunan beş müzeden biri. Müze, Alfred Messel tarafından tasarlandı ve Ludwig Hoffmann denetimindeki inşaat 1910'da başladı. 20 yıl sonra, yani 1930'da tamamlandı.
Bergama Zeus Sunağı, Milet'in Market Kapısı, İştar Kapısı ve Mshatta Alınlığı gibi yapılar ve bu yapılara ait eserler, gerçek yerlerinden ayrıntılı bir şekilde toplanarak bu müzede yeniden birleştirilmiş, Bergama Müzesi'nin adını dünya genelinde meşhur etmiştir. Sergilenen diğer eserlerin başlıcaları; Bergama Athena Tapınağının Girişi, Bergama'dan Athena Heykeli, Halep Odası'dır.Bunun yanı sıra, Türk çini (bkz.İznik Çinisi ve halılarından da örnekler görülür.
Özellikle Bergama ve Milet'ten alınan eserlerle oluşturulan koleksiyonun Almanya'ya yasal olarak getilip getirilmediği konusunda tartışmalar vardır.Türkiye Hükümeti, bu eserlerin çoğunun gün ışığına çıktığı yer Türkiye topraklarında olduğu için, koleksiyonun geri iade edilmesi konusunda Almanya Hükümeti'ne başvurmuştur...

Müzeler Adası'ndaki Kaiser-Friedrich-Museum (bugünkü adıyla Bode Müzesi) açıldığı zaman, müzenin Alman denetiminde yapılmış kazılarda çıkan tüm sanatsal ve arkeolojik eserlerin tamamını alabilecek kadar büyük olmadığı belliydi. Babil, Uruk, Asur, Milet, Priene ve Mısır'daki devam eden kazılardan çıkan eserler var olan Alman müze sisteminde tamamıyla sergilenemiyordu. 1907'lerin başında Kaiser-Friedrich-Museum müdürü Wilhelm von Bode'nin, mevcut müzenin yanına antik mimariyi, ilkçağ sonrası Alman sanatını, Orta Doğu ve İslam sanatını kapsayacak yeni bir müze inşa etme planı vardı.
Bu büyük üç kanatlı müze 1907'den beri planlanmaktaydı. Alfred Messel 1909'da öldüğünde, onun yakın arkadaşı Ludwig Hoffmann 1910'da başlayan inşaatın başına getirildi. Müzenin inşaatı I. Dünya Savaşı döneminde de devam etti ve 1930'da müze açıldı.
Bergama Müzesi, II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru gerçekleşen Berlin bombardımanında ağır hasar aldı. Bu nedenle birçok sanat eseri korunaklı yerlerde saklandı, bazı büyük parçalar ise korunmak için duvarla çevrildi. 1945'te Kızıl Ordu, bir nevi savaş ganimeti olarak veya Berlin'deki yağmadan ve yangınlardan sözde kurtarmak için Bergama Zeus Sunağı da dahil bütün müze mallarını toplayarak dönemin Sovyetler Birliği'ne Leningrad'a (şimdiki Sankt Petersburg) götürdü. 1958'e kadar birçok eser Doğu Almanya'ya geri dönmüştür. Yalnız koleksiyonun bazı önemli parçaları hala Rusya'dadır. Bu önemli parçalardan bazıları Moskova'daki Puşkin Müzesi'nde ve Sankt Petersburg'daki Ermitaj Müzesi'nde bulunmaktadır. Buradaki eserlerin iadesi hakkında Almanya ve Rusya bir anlaşma hazırladılar; ama 2003'ün haziranında Rus iade kanunu nedeniyle bu anlaşma engellenmiştir.

                                   Foto:  Resim altı




Kaynak: Vikipedi

Resim altı



28 Mart 2013 Perşembe

Göreme Tarihi Milli Parkı (Göreme National Park and the Rock Sites of Cappadocia)

Göreme vadisinin aşınmış plato rüzgar ve su ile volkanik tüf sedimanların diferansiyel erozyon etkileri muhteşem bir örnektir.                   

Kapadokya'nın rupestral kutsal sonrası ikonoklast Bizans'a yeri doldurulamaz tanıklık sağlayan, üstün doğal özelliklerini bir bölgede eşsiz bir sanatsal başarı oluşturmaktadır. Konutlar, köy manastırlarda ve kilise 4. yy ve Türk işgali arasındaki Bizans İmparatorluğu'nun bir eyaleti fosilleşmiş görüntüleri saklanmış.
Göreme vadisinin aşınmış plato rüzgar ve su ile volkanik tüf sedimanların diferansiyel erozyon etkilerine muhteşem bir örnektir. Tipik özellikleri sütunlar, sütunlar, kuleler, dikilitaşlar ve 40 m yüksekliğe ulaşır iğneleri vardır. Erozyon önemli kalıntısı, Akdağ (1.325 m), vadide baskın örnektir.. Çevredeki Erciyas volkan halen zaman zaman küçük patlamalar ile aktiftir.

Tarihsel ayarı, kayalara oyulmuş kiliseleri ve sıradışı aşınmış yerşekillerinin sıradışı görünüm ve vadi yüzyıllar boyunca çok az değişti.
Alan yaygın olarak yüzyıllardır insan tarafından kullanılan ve modifiye edilmiş olmasına rağmen, elde edilen yatay doğal şekillerinin içsel değerleri ile uyum ve göz biridir. Konileri ve sütun bazı ama bu bir doğal fenomen olarak görülen bazı deprem hasar olmuştur. Doğal erozyon ürkütücü kuleler, kuleler, kubbeler ve piramitler anımsatan şekiller halinde tüf heykel çalışmaları yapmıştır Kapadokya Platosu'nun manzara gibi harabe, insanın kazma hücreleri, kiliseler ve gerçek yeraltı şehirleri ile elementlerin işçilik ekledi hangi Birlikte dünyanın en büyük mağara konut komplekslerinden biri makyaj. Görüş jeolojik ve etnolojik açıdan ilginç olmasına rağmen, bu olağanüstü rupestral sitede özellikle özellikleri Kapadokya sonrası ikonoklast Bizans sanatının önde gelen örneklerinden biri haline Hıristiyan kutsal dekor eşsiz güzellik için başarılıdır.
Kapadokya'daki manastır faaliyeti ilk belirtileri Basil Caesarea Büyük, Bishop (Kayseri) talimatı üzerine hareket ederek, hangi zaman 4. yüzyıla kadar uzanmaktadır inanılır, küçük anchoritic topluluklar kayaya kazılmış hücreleri yaşayan başladı. Daha sonra, Arap baskınlarınızda direnmek amacıyla kendilerine sığınacak yerler olarak hizmet gibi Kaymaklı veya Derinkuyu gibi troglodyte köylere veya yeraltı şehirleri içine
Kapadokya manastır zaten ikonoklast döneminde (725-842) yılında kurulmuş. 842sonra birçok rupestral kiliseler zengin parlak renkli figüratif resim ile dekore edilmiştir. Bunlar arasında Göreme Vadisi'ndeki ismiydi: Tokalı Kilise, El Nazar Kilise (10. yy), Barbara Kilise, Saklı Kilise (11. yy), Elmalı Kilise ve Karanlık Kilise (13. yüzyıl başına kadar 12 sonu)

 

Milli Park orta Anadolu'nun Hasan Dağı-Erciyes Dağı volkanik bölgesinde kalmaktadır. Saha; platolar ovalar küçük dağ bitkileri, yüksek tepeler, alüvyonla dolmuş dere ve ırmak vadileri, drenaj havzaları ve erozyonlu dik yamaçlı vadilerde birbirinden ayrılan yüksek düzlüklerden oluşmuştur. Erciyes ve Hasan Dağının büyük volkanik konileri, kuzeyden Kızılırmak vadisinin bir kısmı, bazıları bazaltla kaplı aşınmış tüf yatakları araziye hakim özelliktedir. Alan; volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısı içerisinde Bizans Kilise mimarisi ve dinsel sanat tarihinden önemli bir devri sergilemektedir. Bölgenin özelliklerinden burada yaşayanlar savaşların etkilerinden,merkezi idarenin otoritesinden uzak kalmayı başarabilmişlerdir.
Ana ulaşım yollarına uzaklığı ve engebeli bir alan olması, gizlenmek isteyen veya dini inzivaya çekilenler için uygun korunma yeri olmuştur. Manastır hayatı 3. yüzyıl sonları ile 4. yüzyıl başlarında başlamış ve hızla yayılmıştır. Manastırlar, kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve keşiş hücreleri, depo ve şarap yapım yerleri bulunan mekanlar oyulmuş, duvar resimleri ile süslenmiştir.
Ayrıca saha içerisinde, Ürgüp, Avcılar, Üçhisar, Çavuşini, Yeni Zelve yerleşimleri, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy hayatını yansıtan tarihi ve doğal bütünlüğü sağlayan sahaları teşkil eder.
Yukarıda anlatılan; Göreme’nin eşsiz jeomorfolojik oluşumu, estetik manzara yapısının görsel değeri ile tarihi ve etnolojik yapısı Milli Parkın kaynak zenginliğinin ana başlıkları sayılabilir.
Göreme Milli Parkı Gezilecek ve Görülecek Yerler:
Volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısını oluşturan 'peribacaları' aynı zamanda Bizans kilise mimarisi ve dinsel sanat tarihini sergilemesi açısından başta görülmesi gerekli yerlerdendir.
Ayrıca Ürgüp, Avcılar, Uçhisar, Çavuşini ve Yeni Zelve yerleşimleri, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy (kırsal) hayatını yansıtan yerleşimler olması nedeniyle ziyaretçilerin ilgisini çekecek niteliktedir.
Mevcut Hizmetler ve Konaklama: Milli Parkın ziyaretçileri için en uygun dönemi 15 Mart-15 Kasım ayları arasındadır.
Milli Park içerisinde, hem doğal hem kültürel değerlerinin farklı bir yaklaşımla gezilebilmesi amacıyla tracking (yürüyüş) hatları belirlenmiştir.
Ziyaretçiler, Milli Park içerisinde ve yakınındaki yerleşimlerindeki çok sayıdaki otel ve pansiyonlarda konaklanabilir.

Alan [değiştir]

Volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici manzara yapısı içerisinde Bizans Kilise mimarisi ve hiristyan tarihinden önemli bir devri sergilemektedir. Bölgenin özelliklerinden burada yaşayanlar savaşların etkilerinden, merkezi idarenin otoritesinden uzak kalmayı başarabilmişlerdir.
Ana ulaşım yollarına uzaklığı ve engebeli bir alan olması, gizlenmek isteyen veya dini inzivaya çekilenler için uygun korunma yeri olmuştur. Manastır hayatı 3. yüzyıl sonları ile 4. yüzyıl başlarında başlamış ve hızla yayılmıştır. Manastırlar, kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve keşiş hücreleri, depo ve şarap yapım yerleri bulunan mekanlar oyulmuş, duvar resimleri ile süslenmiştir.
Ayrıca saha içerisinde, Ürgüp, Göreme, Uçhisar, Çavuşin, Zelve yerleşimleri, Göreme yöresinin geçmişteki kültürüne uygun tarım ve köy hayatını yansıtan tarihi ve doğal bütünlüğü sağlayan sahaları teşkil eder.
Yukarıda anlatılan; Göreme'nin eşsiz jeomorfolojik oluşumu, estetik manzara yapısının görsel değeri ile tarihi ve etnolojik yapısı Milli Parkın kaynak zenginliğinin ana başlıkları sayılabilir.

Dünya Miras Listesi

Göreme ve Kapodokya Milli Parkı, 6 Aralık 1985 tarihinden bu yana doğal ve kültürel varlık olarak Dünya Miras Listesi'nde yer almaktadır.

Kaynak:Vikipedi
Unesco

Louvre Müzesi

Louvre Müzesi (Fransızca: le Musée du Louvre ; Almanca: Das Museum von Louvre, İngilizce: Louvre Museum). Fransız ihtilâlinden sonra 1793 senesinde, Fransa'da açılan ilk devlet müzesi. Paris'te bulunan bu müze emsalleri arasında en ünlülerindendir.


Louvre, on üçüncü yüzyıl başlarında (1204), Philippe Auguste tarafından ilk şekliyle inşâ ettirilmiştir. Adını İngilizcede kuvvet, güç anlamına gelen “Lower” kelimesinden alan saray, daha sonra 14. yüzyılda kraliyet merkezi olmuştur. On beşinci yüzyılda ise saray, Loire'nin kıyısına taşınınca Louvre bakımsız kalmış ve 1564'te sarayın Tuileries bölümünün yapımına başlanmış fakat, Üçüncü Napolyon zamanında tamamlanabilmiştir. 1793'te müze hâline gelen saray, 1871'de büyük bir yangın geçirmiştir. Yapılan tâmirât ve değişikliklerle zamanımıza kadar gelen binâ 1932'de son şeklini almıştır.

İçersinde bulunan sanat kolleksiyonları, yenileriyle birleştirilerek büyük bir sanat müzesi hâline getirildi.

Louvre Müzesi; yedi bölümden meydana gelmektedir. Her bölümün başında yetkili ve sorumlu kişiler vardır. Bunlar da müze müdürüne bağlıdır. Resim, heykel, doğu sanatları, Mısır sanatları, Yunan sanatları, sanat eserleri, desen gibi dallara ayrılan kısımlardan meydana gelmektedir. Doğu sanatları bölümünde; heykel, Akat uygarlıklarından eserler mevcuttur. Mısır sanatları kısmı ise, Mısır'dan getirilen ve Kahire Fransız Enstitüsü tarafından yapılan araştırmalarda ortaya çıkan, uygarlık örneklerinin tanınması bakımından önemlidir.
Müzede bulunan eserlerden "Mona Lisa"


Yunan sanatları bölümünde; MÖ 2000 yılı ile M.S. 3. yüzyıl sanatlarına ve çinilerine rastlanmaktadır. Sanat eserleri bölümünde, ortaçağdan günümüze kadar gelen süsleme sanatı örnekleri; resim bölümünde, ortaçağ Fransız ve Avrupa resim koleksiyonları vardır. Fragonard, Rembrandt, Rubens, Titian, Poussin ve David gibi sanatçıların eserlerinin görülebileceği Louvre Müzesi'nde, Winged Victory of Samothrace ve Venus de Milo gibi çok iyi bilinen heykel koleksiyonları da bulunmaktadır. Ayrıca Heykel Bölümü'nde, 19. yüzyıl Fransız sanatının zamanımıza kadarki önemli eserlerini de bulundurmaktadır. Baron Edmond de Rothschild'ın 40.000'den fazla oyma resim, yaklaşık 3000 çizim ve 500 resimli kitap içeren koleksiyonu 1935'te Louvre'a verilmiştir. Bunların yanı sıra Louvre'da arkeolojik, mimari ve tarihsel sergilere de yer verilmektedir.
Müzenin çok zengin kütüphânesi, konferans salonu ve eğitim bölümü, eserlerin incelendiği ve yenilendiği laboratuvar ile sanat târihi ve müzecilik konusunda eğitim yapan Louvre Müze Okulu da önemli kısımlarındandır.
Leonardo Da Vinci'nin ünlü Mona Lisa'sı da burada bulunmaktadır. Müzenin tamamını dolaşmak iki gün sürmektedir. Metro-M.svgParis m 1 jms.svgParis m 7 jms.svg Palais Royal - Musée du Louvre metro durağıyla Louvre Müzesi'ne ulaşılabilir.
Paris July 2011-27a.jpg

Resim Galerisi [değiştir]

 

Kaynak:Vikipedi

 

TOSCA


Orijinal ilan






Tosca Giacomo Puccini tarafından bestelenmiş üç perdelik bir operadır. Opera'nın liberetosu Luigi Illica ve Giuseppe Giacosa tarafından hazırlanmış ve Victorien Sardou'nun "La Tosca" oyunundan uyarlanmıştır. Operanın prömiyeri 4 Ocak,1900da Roma'da Teatro Costanzi'de yapılmıştır.
Tosca opera sanatında en önemli bir dramatik trajedi eseri olarak yer almış ve dünya opera evleri reperetuarlarında bir standart olarak yerini tutmuştur. Kuzey Amerika'da en çok defa sahnelenen 20 opera eseri listesi içinde 8. sırayı almıştır.[1]
Tosca operasi Türkiye'ye opera kültürünün girip gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. 1935/36 ders yilinda Ankara'da Musiki Muallim Mektebi bünyesinde bir konservatuar kurulmuş ve Türkiye'ye gelmiş olan Alman Karl Ebert idaresi altında, sonradan Ankara Devlet Konservatuarı opera studyosu olarak anılan kurumda, bir grup opera sanatı öğrencisi yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu kurumun  ikinci defa olarak Türkçe libretto çevirisi kullanarak ve kurumun öğrencilerinin rol aldığı opera eseri Mayis 1941da Ankara'da sahnelenen Tosca'nın II. Perdesi olmuştur.




Bu eser Victorien Sardou tarafından yazılan ve 1887de paris'de sahnelenen oyundan alınmıştır. BVerdi bu oyunu ünlü aktris Sarah Bernhardt'in baş rolü oynadığı Milano yapımında seyretmiştir ve opera yapımna karar vermiştir. Eserin telif hakkaları ancak 1893de operaya telif için alındı ama opera bestesi bir diğer besteciye verildi. Librettist İllica libertto'yu hazırlamaya başladı. 1896da diğer besteci eseri bitirmiyeceğini bildirince Puccini operanın hazırlaması Puccini'ye verildi. Libretto yazmaya İllica yanında Giusespe Giacoşa'da görevlendirildi. Oyun yazarı, liberetocu ve besteci arasında büyük küçük çatışmalardan sonra Ekim 1899da opera hazır oldu. Konu Roma'da geçtiği için prömiyer temsil Roma'da Teatro Costanzi'de verildi. Prömiyere İtalyan Devleti mensupları ve birçok İtalyan besteci davet edilmişti. Eserin ilk sahnelenmesi büyük bir başarı oldu.


I. Perde [değiştir]
Sant'Andrea della Valle Kilisesi
Siyasi suçlardan aranmakta olan Angelotti, içinde ailesine ait şapel bulunan, Sant'Andrea della Valle kilisesine sığınmıştır. Kızkardeşi Markız Attavanti onun serbest bırakılması için dua ederken, kilisede Meryem Magdalen portresini yapmakta olan ressam Mario Cavaradossi tarafından, kendisinin haberi olmadan, model olarak kullanılır. Kilisesinin zangoçu ve arkasından hemen Cavaradossi kiliseye girmeden önce siyasi suçlu aile şapeline girerek orada saklanır. Zangoç ressamın fırçalarını yıkayarak ona yardım eder. Ressam işine bir ara verdiğinde cebinden bir madalyon üzerinde bulunan minyatür resmi çıkarır ve ona sevdalı olarak bakar. Bu sevgilisi Tosca'nın resmidir. ressam Tosca ile kullandığı model arasındaki benzerliklere işaret eder (Cavaradossi: Recondita armonia – "Saklı armoni")
Zangoç bir karşılık olarak (adı atasözü gibi çok meşhur olmuş) bir şarkı söyler (Zangoç: Scherza con i fanti e lascia stare i santi - "Aptallara şaka yap fakat azizleri gökyüzündeki cennette bırak"). Orada Cavaradossi'yi resmini yapmaya devam etmesi için yalnız bırakarak ayrılır. Zangoç ayrılınca Angelotti saklandığı yerden çıkar. Cavaradossi arkadaşıdır ve aynı siyasi fikirleri beslemektedir. Angelotti Papalık Devletinin Roma'da hapisanesi olarak kullanılan Castel Sant'Angelo'dan nasıl kaçtığını anlatır. Bu sırada Tosca gelir ve konuşmaları yarıda kalır (Tosca: Mario! Mario! Mario!). Cavadarossi Angelotti'ye yiyecek birşeyler verir ve onun saklanmakta olduğu şapele geri girmesine yardım eder.
Florio Tosca şarkıcıdır ve o günkü temsilden sonra Cavaradossi'yle buluşmak için onu çağırmaya kiliseye gelmiştir. Fakat Tosca çok kıskanç bir kadındır. Kiliseye girerken Cavaradossi'nin kilisede bir kişiyle konuştuğunu duymuştur ve şüpheleri canlanmıştır. Onun bir kadınla gizlice görüştüğünü zannetmeye başlamıştır ve yaptığı Meryem Magdelana portresinde bulunan model de onun bu şüphelerini teyit eder gibidir. Tosca yapılan portrede gösterilen mavi gözlü kadını tanıyor gibi olduğunu açıklar. Sonunda Tosca Mario'nun Markız Attavanti'yi model olarak kullandığını anlar ve Mario'nun kendine yaptığı iltifatlardan dolayı da şüpheleri azalır. Portredeki model kadın mavi gözlüdür; halbuki Tosca ela gözlü olup Mario kimsenin onun gözleri kadar güzel olmayacağını söyler. (Cavaradossi: Qual occhio al mondo - "Dünyada hangi gözler seninkilerle kıyas edilebilir"). Kıskançlığı azalan Tosca kiliseden ayrılır ama ayrılmadan sevgilisine biraz nazla Magdalen'in gözlerini de kendilerinkinin ki gibi köyü renkli yapmasını tembih eder.
Angelotti tekrar gelir ve kaçması için plan hazırlanır. Kızkardeşinin kilisenin mihrabında saklayacağı kadın elbiselerini giyerek Cavaradossi'nin kır evine kaçacak ve orası aranırsa evin kuyusu içinde gizlenecektir. Cavaradossi, kendi hayatı pahasına da olsa bile, Angelotti'yi siyasal güçlerin elinden kurtarmaya andiçmiştir. (Cavaradossi: La vita mi costasse, vi salverò - "Eğer benim hayatıma mal olsa bile seni kurtaracağım."). Castel Sant'Angelo'dan atılan bir top siyasi hükümlünün hapishaneden kaçtığının öğrenildiğini ilan etmektedir ve kiliseden sığınma yerinden kaçmasının artık elzem olduğu anlaşılmıştur. Cavaradossi'de onunla birlikte kiliseden ayrılır.
Zangoç birbiriyle alay edip gülüşen çocuk korosu üyelerinden oluşan bir kalabalıkla kiliseye girer. (Zangoç ve koro: Tutta qui la cantoria! -"Herkes burada! Hadi yukarı kattaki koro mahalline!") Yanlış olarak öğrendiklerine göre Napolyon mağlubiyete uğratılmıştır ve burada bunu kutlamak için özel bir Te Deum şükür ayini yapmak istemektedirler. Aynı zamanda polis komutanı, Scarpia, ve yardımcısı Spoletta birçok polis ile kaçak mahpusu aramak üzere kiliseye gelirler. Attavanti'lere ait olan şapelde Markız'ın yelpazesini ve içinde hiç yiyecek ve içecek olmayan Cavaradossi'ye ait olan yemek sepetini bulurlar. Scarpia tehdit edici bir tavırla zangoça bunlar hakkında soru sorar; zangoç da Cavadarossi'nin şapelin anahtarını hiç almadığını ve hiç yemekle alakası olduğunu da söylemediğini belirtir. Scarpia zekice Çavdarossi'nin Angelotti'nin hapisten kaçışı ile bir bağlantısı olduğunu düşünmeye başlar.
Tosca kilisede kantatın söylenişine katkıda bulunması gerektiğini Cavaradossi'ye açıklamak istediği için kiliseye döner. Fakat onu orada bulamaz ama kıskançlık hisleri ile Cavaradossi'nin kendini aldattığına dair inancı depreşir. Bu sırada kilise Te Deum ayinine iştirak edecek inançlılarala dolmaya başlar. Bir Kardinal bu ayinin başında bulunacaktır. Scarpia gelip Attavanti'nin yelpazesini Tosca'ya gösterdiğinde Tosca'nın kıskançlığı artmış ve sınırlı olarak oradan ayrılmıştır. Scarpıa bir sivil polise onu takip etmesi emrini verir. (Scarpia: Tre sbirri, una carrozza - "Üç polis memeuru ve bir atlı araba"). Scarpia koyu bir inaçlı gibi dizlerine çöküp dualara ve ayine katılır. (Scarpia: Va' Tosca, nel tuo cuor s'annida Scarpia - "Git, Tosca. Senin kalbinde yuva yapan Scarpia'dır") (Koro: Adıutorium nostrum – "Benim desteğim Tanrının adınadır.")(Scarpia: A doppia mira tendo il voler - "Arzularımın iki hedefi vardır").

II.Perde [değiştir]

Palazzo Farnese'de bulunan Scarpia'nın odası
Scarpia akşam yemeğini yalnız yemektedir. Dışarıda ahalinin eğlenme sesleri duyulur. Bir hizmetkarına bir not verip onu Tosca'ya götürüp resitalini bitirdiği zaman onu kendiyle buluşmaya gelmeye davet eder. Onun kendi gücüne boyun eğince kendinin ne kadar mutlu olacağına dair şarkı söylemeye başlar. (Ella verrà per amor del süo Mario - "Mario'suna olan aşkı nedeniyle bana gelecek.") ve (Ha più forte şapore la conquista viölenta - "Zorbalıkla kadın kandırma aşka çok daha güzel bir çeşni verir.")
Spoletta tutukladığı Cavaradossi ile birlikte girer ama Angelotti kaçıp saklanmayı başarmıştır ve onu bulamamıştır. Scarpia ressamı sıkıştırıp sorguya çeker; ama Cavaradossi hiçbir şey ifşa etmez. Scarpia Cavaradossi'yi işkence edilmek üzere dışarı yollar. Scarpia bu sefer dikkatini Tosca'ya çeker. (Scarpia: Ed or fra noi parliam da buoni amici - "Şimdi iki iyi arkadaş gibi konuşalım." ) Scarpia ayrıntılarla Tosca'ya işkence edilen sevgilisinin çektiği azapları bir bir anlatır. Tosca sevgilisinin bağırmalarını duymaktadır ama elinde bir şey yapabilecek hiç gücü yoktur. Bundan bütün morali çökmüştür ve sonunda Angelotti'nin nerede saklandığını ifşa etmek zorunda kalır. Çavradossi tekrar yanlarına getirilir ve Scarpia ona Angelotti'nin saklanma yerini öğrendiğini söyler. İşkencenin açısından ve yineden sırrı saklayamamadan utandığı için Cavaradossi gizliliğe ihanet ettiği için Tosca onu kınayıp lafla ona hücum eder.
Sciareone girer ve daha önce gelen Napolyon'un mağlubiyeti hakkında haberinin yanlış olduğunu ve gerçekte Bonapart'ın kraliyet ordularını Marengo Muharebesi'nde galip geldiğini ilan eder. Buna (Cavaradossi:Vittoria! - Zafer!) diye alkışlayan Cavaradossi tutuklanıp götürülür. Tosca onu takip etmeğe çalışır ama Scarpia tarafından durdurulur. Mario'nun serbest bırakılmasının fiyatının ne olacağını Scarpia'dan sorar. (Scarpia: Mı dicon venal "Benim rüşvet yiyici olduğumu söylüyorlar.") Scarpia Tosca'ya aşık olduğunu söyler ve şehvetli bir tonla Tosca kendi bedenini, namusunu ve kendisini vermeye razı olursa bunu Mario'nın serbest bırakılma fiyatı olacağını söyler. Tosca kaçmak ister ama Scarpia onu durdurur ve orada ona tecavüz etmeye yeltenir. Tam bu sırada davul sesleri duyulur. Scarpia bunların Cavaradossi'nin idam yerine götürülüşmesi sırasında çalındığını açıklar. Tosca yorululur ve bayılır ama bu sırada Tanrı'dan kendisine yapılan eziyetlerinin nedeni sorar.(Tosca: Vissi d'arte, vissi d'amore - "Ben sanatım için yaşarım; ben aşk için yaşarım"). (Scarpia:'Sei troppo bella, Tosca, e troppo amante - "Sen çok güzelsin, Tosca. Sen çok sevgi taşıyorsun."). Spoletta girer ve Scarpia'nın polisleri tam onu Cavadarossi villasının kuyusunda bulmuş ve çıkartıp tutuklamakta iken Angelotti'nin intihar edip kendini öldürdigü haberini verir.
Hiç başka bir alternatifinin kalmadığını düşünen Tosca kendini vermeye hazırdır. Scarpia Spoletta'ya bir idam töreni hazırlamasını, fakat Tosca'yla kaçmasını sağlamak için bunun yapmacık olarak idam olmasını emreder. Tosca, Cavaradossi ile ülkeden kaçmaları için "güvenlikle-gitsinler" şeklinde bir belge hazırlamasını ister. Scarpia'nın bu belgeyi yazıp hazırlanmasını beklerken, Tosca'nın gözü masa üzerinde bulunan bir sivri bıçağa ilişir. Birden kendi bedenini ona vereceğine Scarpia'yı bıçakla öldürmesinin daha uygun olacağı fikirine aklı yatar. Scarpia Tosca'yı kucaklamak için ilerler ve tam kucaklamışken Tosca elindeki bıçağı onun kalbine saplar ve onu öldürür.(Tosca:Questo è il bacio di Tosca - "İşte bu Tosca'nın öpücüğü". Scarpia'nın naaşını düzgün bir şeklide yatırdıktan sonra Tosca kiliseden ayrılır. (E avanti a lui tremava tutta Roma - "Ve önünde bütün Roma titremişti."). Tam bu sırada uzaktan davul sesleri duyulmaya başlar.

III.Perde [değiştir]

Cavaradossi'nin idam edilme yeri olan Castel Sant' Angelo'nun en üst katı.
Kilise çanları yeni günün başlamış olduğunu belirtmektedirler ve bir Çoban çocuk Romalı aksanı ile bir halk havası olan stornello söylemektedir. Hapishanede Cavaradossi idamını beklemektedir. Elinde kalan en son değerli şey olan yüzüğünü Gardiyan'a vererek onu Tosca'ya bir not götürmeye ikna eder. Hemen bu elvada mektubunu yazmaya koyulur. ( E lucevan le stelle - "Ve yıldızlar parlamaktaydılar"). Bu notun sonunda olan (E non ho amato mai tanto la vita - "Hayatımda hiçbir hayatı şimdiki kadar sevmedim.") satırını bitirdiği zaman ağlamaya başlar.
Tosca Spoletta ve bir çavuş ile birlikte gelir ve Scarpia'nın vermiş olduğu "güvenlikle gitsinler" belgesini getirmiştir. Tosca ona her ikisini de kurtarmak için Scarpia'yı öldürdüğünü söyler. (Tosca: İl tuo sangue o il mio amor volea - "O ya senin kanını ya da benim aşkımı istedi.") Cavaradossi onun ellerinde tutarak şu aryayı söyler. (Cavaradossi: O dolci mani - "O tatlı ellerin"). Tosca sonra yapmacıktan bir idam taklidi yapılacağını anlatır. Aşkla galip gelmeleri duyguları ile birlikte bir mesut gelecek hakkında düşlerini birbirine anlatmaya başlarlar (İkili: Şenti, l'ora è vicina - "Dinle, saat yaklaştı.")(Cavaradossi: Amaro sol per te m'era il morire - "Yalnız seni kaybetme yüzünden ölümün çok acı olacaktı.")(Tosca: Amor che seppe a te vita serbare – "Aşkım senin hayatını kurtarabilmeyi başardı."). Son final ikili: Trionfal... dı nova speme - "Yeni umutlarla. Zafer.")
Askerler ateş açarlar. Mario yere yığılır. Tosca alaylı olarak Mario'yu iyi rol yaptığı için tebrik eder. (Ecco un artışta - "İşte bir artist"). Askeri birlik ayrıldıktan sonra Tosca yerde yatan Mario'nun yanına koşar ve onun artık ayağa kalmasını söyler.(Su, Şu, Mario! Su presto andiam!). Fakat Mario hiçbir hayat eseri göstermez. Tosca olanı anlamıştır; Scarpia Cavadrodossi'nin hayatını bağışlamamıştır ve Spoletta'ya onun kurşuna dizilip idam edilmesi emrini vermiştir. Cavaradossi ölü olarak yerde yatmaktadır. Tosca bu gerçeği anladığı sırada, öldürülmüş Scarpia'yı yeni bulmuş olan Spoletta askerlerle birlikte gelir ve Tosca'yı Scarpia'nın katili olmakla suçlar. Tosca'yı tutuklamak için yanına gelmeye başlar. Fakat Tosca onu geri iter ve kalenin mazgalına çıkıp oradan kalenin duvarından aşağı kendini atıp kendini öldürür. ("O Scarpia, avanti a Dio!" - "O Scarpia, Tanrı önünde tekrar buluşacağız!"). Tosca ölümüne düşmekte iken orkestra Cavaradossi'nin daha önceki (E lucevan le stelle) aryasının temasını daha güçlü ama açıklayıcı klarinet sesi ile birlikte çalar.




Kaynak:Vikipedi



 

KAŞIKCI ELMASI




Kaşıkçı Elması 86 karat olup çevresinde çift sıra 49 tane elmas ile bezenmiştir ve dünyada çok bilinen 22 elmas arasındadır. Topkapı Sarayı müzesinde sergilenmektedir.

Topkapı müzesindeki ünlü elmasa neden "kaşıkçı elması" denildiği hakkında muhtelif hikâyeler varsa da, bunların doğru olanı, elmasın kesiminin oval olması ve dolayısıyla da kaşığa benzemesindendir. Elmasın Osmanlı Sarayı'na nasıl girdiği hakkındaki bilgi de, rivayetten öte değildir.
Efsaneye göre 1774 yılında Pigot adında bir Fransız subayı, bu elması Hindistan'ın Madaras Mihracesi'nden satın alıp Fransa'ya götürür. Bir zaman sonra tekrar satılığa çıkartılan elması Napolyon'un annesi satın alır ve uzun süre göğsünde taşır. Ne var ki, Napolyon sürgüne gönderildiği zaman, oğlunu kurtarabilmek için, annesi de elması mecburen satılığa çıkartır. İşte o sırada, Fransa'da bulunan Tepedelenli Ali Paşa'nın bir adamı, paşa adına 150 bin altın ödeyerek elması satın alır ve paşaya getirir.
II. Mahmud zamanında, Tepedelenli Ali Paşa, devlete karşı ayaklandığı gerekçesiyle öldürülür, paşanın varlıklarına el konulur ve tüm mal varlığı Osmanlı Hazinesine gönderilir. Böylelikle, Napolyon'un annesinden satın alınan "Kaşıkçı Elması" hazineye girmiş olur.

Bir başka rivayet ise: 1699 yılında İstanbul'da Eğrikapı çöplüğünde dolaşan baldırı çıplak takımından bir kaşıkçının bulması nedeniyle elmasın adının buradan geldiği yönündedir. Kaşıkçı, bu taşı bir kuyumcuya 10 akçaya satar. Kuyumcu taşı arkadaşlarından birine gösterir; kıymetli bir elmas olduğu anlaşılınca sus payı ister. Aralarında kavga çıkar. Mesele Kuyumcubaşıya akseder. Kuyumcubaşı kavgacıların eline birer kese akçe vererek taşı alır. Fakat bu sefer de olayı sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa duyar, taşı kendisi için satın almaya hazırlanırken, mesele Padişaha akseder. IV. Mehmet (Avcı Mehmet) bir Hattı Hümayun ile elması Sarayı Hümayuna getirtir ve Saray elmastraşına verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş işlenince meydana 86 karatlık nadide bir elmas çıkar. Kuyumcubaşıya Kapıcıbaşılık rütbesiyle bir kese bahşiş ihsan olunur.
Kaşıkçı Elması'nın çevresini iki sıra 49 adet pırlanta kuşatmaktadır. Bu haliyle elmas, yıldızların ortasında pırıl pırıl parlayıp gökyüzünü aydınlatan bir dolunayı andırır.
1 cm3 elmasın kütlesi 3.5 gr veya 17.5 karattır. Kaşıkçı elmasının büyüklüğü 86/17.5 = 4.91 cm3 kadardır.
Diğer ünlü elmaslar arasında günümüzde halen İran'da bulunan Derya-yi Nur elması (günümüzde dünyanın en büyük elması ve 182 karat büyüklükte) ve günümüzde İngiltere kraliyet ailesinin elinde bulunan, ve yeni kesiminden sonrası dünyanın en büyük elması olma ününü kaybetmiş, eski zamanlarda Iran kraliyet ailesine ait olan 105 karatlık Kuh-i Nur elmasları sayılabilir.

21 Mart 2013 Perşembe

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ'NDE GİZLİ BİR MANEVİ HAZİNE



BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ'NDE GİZLİ BİR MANEVİ HAZİNE
Nafi Baba Tekkesi, Osmanlı'nın Avrupa yakasındaki ilk Osmanlı-Türk şehitliği ve "Şüheda Kuyusu" ile birlikten hemen hemen hiç kimsenin bilmediği gizli bir manevi hazinenin bir halkası...
Bugün büyük bölümü Boğaziçi Üniversitesi Güney kampuste bulunan Şehitlik Dergahı'nda hayatlarını tereddüt etmeden feda etmiş olan yüzlerce Osmanlı askeri, Nimel çeyş medfun. Ni'mel ceyşin ya da İstanbul fethinin ilk şehitlerinin hatırası gibi kendileri de unutulup gitmiş...

ŞÜHEDA KUYUSU OSMANLI'NIN İLK ŞEHİTLİĞİ
Şüheda Kuyusu, adından da anlaşılacağı üzere İstanbul'un fethi sırasında Rumelihisarı'nda hayatını kaybeden şehitlerin toplu olarak medfun bulundukları bir toplu mezar. Osmanlı'nın ilk toplu şehitliği...
Miladi 1451 yılında Sultan II. Mehmed'in emri ile Osmanlı ordusunun öncü kuvvetlerinden, akıncılarından, serdengeçtilerinden bir gurup Osmanlı askeri, Rumelihisarı'nın inşasına paralel olarak Bizans'ın içlerine doğru cihada çıkar ve askerlerin bir kısmı Rumelihisarı'nın hemen üst bölgesinde şehit düşerek, topluca bir kuyuya; Şüheda Kuyusu'na defnedilir.
Şüheda Kuyusu, oldukça geniş, etrafı alçak duvarla çevrilmiş kare biçiminde büyükçe bir mezar. Toplu mezar olduğu için şehitlerin adı meçhul, ancak "Şüheda Taşı" olarak bilinen ve diğer mezar taşları gibi tahrip olmaması için Boğaziçi Üniversitesi tarafından Üniversitenin Kültür Mirası Müzesi'nde korunmakta olan bu taşın üzerinde sülüs hattı ile şöyle bir ifade vardır: "Heza Makam-ı Şüheda 855 Sene



Nafi Baba Tekkesi İstanbul'un ilk dergâhlarından biri olma özelliğine sahip... İstanbul'un Avrupa yakasında kurulan ilk dergâh olan Nafi Baba Tekkesi'nin hikâyesi İstanbul'un fethinin öncesine dayanıyor. Malum olduğu üzere fetihten önce Anadolu yakasında birçok dergâh mevcuttur.
II. Mehmet, otağ-ı hümayununu, temelleri bugün Boğaziçi Üniversitesi'nin sınırları içerisinde kalan ve az önce mevcut durumunu tavsif ettiğimiz Şehitlik Dergâhı'nın bulunduğu yere kurmuştur.
Ecdadımız işlerine/amellerine besmele, hamdele, salvele ve dua ile başlardı. Feth-i mübînin müjdecisi olan ilk dualar burada yapıldığı için mezkûr mahallin ismi Dua Meydanı olarak anıla gelmiştir. Nafi Baba Tekkesi işte böylesi bir alan üzerine kurularak; fetih öncesinde Sultan Mehmed Han'ın ilk karargâhı olmuştur.
Nafi Baba Tekkesi ve bir zamanlar Rumelihisarı'ndan Zincirlikuyu'ya kadar uzanan geniş arazisi, çok özel bir statü kapsamında Fatih Sultan Mehmed Han tarafından doğrudan Nafi Baba Ailesi'ne verilmiştir. Dolayısıyla, tekke ve arazisi kişisel mülk statüsünü kazanmıştır. Tekkelerin kapatılmasının ardından, Vakıflar, özel mülkiyet niteliğindeki tekke içindeki tüm eşyalara, çok değerli kitaplara ve el yazmalarına el koyarak toplatmıştır.

Sultan Abdülaziz döneminde, 19.yYüzyılın ikinci yarısında, İstanbul'da ilk "İlim Cemiyeti" ismi altında kültür faaliyeti, bu Dergâh'ın çatısı altında başlamış, Nafi Baba'nın babası olan Mahmut Baba, İstanbul Üniversitesi'nin kuruluşunda önemli bir payı olan matematik, coğrafya, felsefe, edebiyat, fizik, kimya, tıp ve astronomi gibi dersleri vermek üzere kurulmuş olan Beşiktaş İlim Cemiyeti'nin kurucu üyesi olmuştur.
Nafi Baba Tekkesi Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar önemini muhafaza ederek İstanbul'un manevi atmosferine katkı sağlamıştır.
Nafi Baba'nın torunlarından, BÜ öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Mehmet Artemel bir hasbıhalimizde tekkenin statüsüne değinerek dedesi Nafi Baba'nın RC kurucularıyla olan teşrik-i mesailerine şu cümlelerle atıfta bulunmuştu: "Nafi Baba Tekkesi yani Şehitlik Dergâhı bugün Boğaziçi Üniversitesi'nin sınırları dâhilinde yer alıyor. Aslında, üniversite ve de Robert Kolej kısmen bizim arazimizin, kısmen de Ahmet Vefik Paşa'nın arazilerinden müteşekkil bir alanın üstüne kuruluyor


Nafi Baba Tekkesi Robet Kolej'e kucak açmıştır. Zira bu nokta, Fatih'in, Rumelihisarı'na ayak bastığı dönemden itibaren çok özel ve bir anlamda dokunulmaz bir alan statüsüne sahip oluyor. Kalenin de üstünde en yüksek noktada, boğaza hâkim bu dergâh aynı zamanda dervişlerin de inzivaya çekildiği, sakin ve gözlerden ırak bir mekândı. Bu açıdan, tekkenin rızası olmadan da Kolej'in buraya kurulabilmesi mümkün olmayabilirdi, zira o dönemde diğer yabancı dillerde eğitim veren yabancı menşeli okulların temsilcileri, Amerikalılara ayrıcalık yapılır gibi buraya Kolej'in kurulmasına karşı Sultan'a itirazlarını yöneltiyorlardı.
Üniversitemizdeki arşivlerde yazacağım bir makale için evrak ararken, Kolej'in iki kurucusundan biri olan Cyrus Hamlin'in, zamanında Hamlin Hall olarak bilinen Kolej'in ilk binasının inşaatı esnasında ailesine yazdığı mektuplarının fotokopilerine rastladım. Hamlin, temel çalışmaları başladığı günden itibaren, yukarıdan, yani tekkeden sessizce ama dikkatlice incelendiklerini yazıyor. Daha sonra, Hamlin binasının temeli atıldıktan sonra temelin sulanması gerekirken, kuraklığın baş gösterdiğini ve bu yüzden de çok endişeli olduğunu yazıyor. Aynı mektupta, kendi ifadesiyle tepedeki dervişlerin kendisini birlikte yağmur duasına davet etmek için haber yolladıklarını söylüyor. Buna çok şaşırdığını zira daha önce Müslümanlar ve Hıristiyanların birlikte dua edebildiklerini bilmediğini soyluyor. Daha da ilginci bir sonraki günün tarihini taşıyan mektupta, son derece şiddetli bir yağmur yağdığını ve temellerin dibine kadar suyla dolduğunu ifade ediyor."


Selefleri olan sair meşayih gibi tekkede dünyaya gelen Nafi Baba, Tekke'nin en tanınmış şeyhi olma özelliğini haizdir. Mahmut Baba'nın yerine 1860 yılında postnişinlik makamına getirilen Nâfi Baba'nın ismi pek çok eserde âlim, fazıl, nüktedan ve hoşsohbet bir zât ifadeleriyle zikredilmektedir.

Nafi Baba sülalesinin bilinen ilk ceddi Şeyh Bedreddin olup aile, Sevgili Peygamberimizin (sav) torunu Hz. Hüseyin'in (ra) seyyid neslinden gelmektedir.
Süheyla Hoca'yla evinde yaptığımız bir görüşmede Şeyh Bedreddin'in Akşemseddin'in arkadaşı; Hacı Bayram-ı Velî'nin de halifesi olduğunu söylemişti.
Mehmet Artemel'le olan bir hasbıhalimizde Hocamız ceddine ve Şehitlik Dergahı'na ilişkin tetebbuatını bizlerle paylaşmıştı: "Şeyh Bedreddin'in fetih şehidi olarak 1451'de şehid olduğunu mezar taşından görebiliyoruz. Esasen, bu da buradaki Şehitliğin ne kadar kıymetli bir tarihinin olduğunu gösteriyor. Şöyle ki, Fatih, fethi surların içindeki İstanbul'un alınması ile sınırlı değil; bir anlamda burada, Rumelihisarı'nda verilen zorlu mücadelede kazanılan zafer ve bunun sonucu tarihi Rumelihisarı kalesinin inşası, fethi başlatıyor.


Nafi Baba'nın Mahmut Bey Baba'ya ulaşan ceddi, İstanbul'un en kadîm aileleri arasında yer alır. Asırlardır Rumelihisarı'nda ikamet eden Nafi Baba ailesini ve irfanını günümüzde Boğaziçi Üniversitesi'nin kurucularından Prof. Dr. Süheyla Artemel ve oğlu Yard. Doç. Dr. Mehmet Nafi Artemel temsil etmektedir.Rumelihisarı'nda Kışlak Sokakta 250 yıllık tarihi bir Osmanlı Bağdadi evinde oturan aile, tasavvuf kültürünün, naif İstanbul/Anadolu beyefendiliğinin/hanımefendiliğinin müşahhas bir misalini teşkil ediyor.
Şehitlik Dergâhı'na, Şüheda Kuyusu'na, Nafi Baba Tekkesi'ne selâm olsun. Buralarda medfun bulunanların ceddimizin ervahına Fatihalar okuyalım... Bizim yapabileceğimiz bu, İstanbul'un, Türkiye'nin sahiplerinin bu konuda neler yapabileceğini ise Nafi Baba haziresindeki mezar kitabelerinde yazılı bulunan hakikate olduğu gibi "Hû Hakk Dost" diyerek bekleyip göreceğiz.



Kaynak:İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİN



BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ'NDE GİZLİ BİR MANEVİ HAZİNE
Nafi Baba Tekkesi, Osmanlı'nın Avrupa yakasındaki ilk Osmanlı-Türk şehitliği ve "Şüheda Kuyusu" ile birlikten hemen hemen hiç kimsenin bilmediği gizli bir manevi hazinenin bir halkası...
Bugün büyük bölümü Boğaziçi Üniversitesi Güney kampuste bulunan Şehitlik Dergahı'nda hayatlarını tereddüt etmeden feda etmiş olan yüzlerce Osmanlı askeri, Nimel çeyş medfun. Ni'mel ceyşin ya da İstanbul fethinin ilk şehitlerinin hatırası gibi kendileri de unutulup gitmiş...

ŞÜHEDA KUYUSU OSMANLI'NIN İLK ŞEHİTLİĞİ
Şüheda Kuyusu, adından da anlaşılacağı üzere İstanbul'un fethi sırasında Rumelihisarı'nda hayatını kaybeden şehitlerin toplu olarak medfun bulundukları bir toplu mezar. Osmanlı'nın ilk toplu şehitliği...
Miladi 1451 yılında Sultan II. Mehmed'in emri ile Osmanlı ordusunun öncü kuvvetlerinden, akıncılarından, serdengeçtilerinden bir gurup Osmanlı askeri, Rumelihisarı'nın inşasına paralel olarak Bizans'ın içlerine doğru cihada çıkar ve askerlerin bir kısmı Rumelihisarı'nın hemen üst bölgesinde şehit düşerek, topluca bir kuyuya; Şüheda Kuyusu'na defnedilir.
Şüheda Kuyusu, oldukça geniş, etrafı alçak duvarla çevrilmiş kare biçiminde büyükçe bir mezar. Toplu mezar olduğu için şehitlerin adı meçhul, ancak "Şüheda Taşı" olarak bilinen ve diğer mezar taşları gibi tahrip olmaması için Boğaziçi Üniversitesi tarafından Üniversitenin Kültür Mirası Müzesi'nde korunmakta olan bu taşın üzerinde sülüs hattı ile şöyle bir ifade vardır: "Heza Makam-ı Şüheda 855 Sene



Nafi Baba Tekkesi İstanbul'un ilk dergâhlarından biri olma özelliğine sahip... İstanbul'un Avrupa yakasında kurulan ilk dergâh olan Nafi Baba Tekkesi'nin hikâyesi İstanbul'un fethinin öncesine dayanıyor. Malum olduğu üzere fetihten önce Anadolu yakasında birçok dergâh mevcuttur.
II. Mehmet, otağ-ı hümayununu, temelleri bugün Boğaziçi Üniversitesi'nin sınırları içerisinde kalan ve az önce mevcut durumunu tavsif ettiğimiz Şehitlik Dergâhı'nın bulunduğu yere kurmuştur.
Ecdadımız işlerine/amellerine besmele, hamdele, salvele ve dua ile başlardı. Feth-i mübînin müjdecisi olan ilk dualar burada yapıldığı için mezkûr mahallin ismi Dua Meydanı olarak anıla gelmiştir. Nafi Baba Tekkesi işte böylesi bir alan üzerine kurularak; fetih öncesinde Sultan Mehmed Han'ın ilk karargâhı olmuştur.
Nafi Baba Tekkesi ve bir zamanlar Rumelihisarı'ndan Zincirlikuyu'ya kadar uzanan geniş arazisi, çok özel bir statü kapsamında Fatih Sultan Mehmed Han tarafından doğrudan Nafi Baba Ailesi'ne verilmiştir. Dolayısıyla, tekke ve arazisi kişisel mülk statüsünü kazanmıştır. Tekkelerin kapatılmasının ardından, Vakıflar, özel mülkiyet niteliğindeki tekke içindeki tüm eşyalara, çok değerli kitaplara ve el yazmalarına el koyarak toplatmıştır.

Sultan Abdülaziz döneminde, 19.yYüzyılın ikinci yarısında, İstanbul'da ilk "İlim Cemiyeti" ismi altında kültür faaliyeti, bu Dergâh'ın çatısı altında başlamış, Nafi Baba'nın babası olan Mahmut Baba, İstanbul Üniversitesi'nin kuruluşunda önemli bir payı olan matematik, coğrafya, felsefe, edebiyat, fizik, kimya, tıp ve astronomi gibi dersleri vermek üzere kurulmuş olan Beşiktaş İlim Cemiyeti'nin kurucu üyesi olmuştur.
Nafi Baba Tekkesi Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar önemini muhafaza ederek İstanbul'un manevi atmosferine katkı sağlamıştır.
Nafi Baba'nın torunlarından, BÜ öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Mehmet Artemel bir hasbıhalimizde tekkenin statüsüne değinerek dedesi Nafi Baba'nın RC kurucularıyla olan teşrik-i mesailerine şu cümlelerle atıfta bulunmuştu: "Nafi Baba Tekkesi yani Şehitlik Dergâhı bugün Boğaziçi Üniversitesi'nin sınırları dâhilinde yer alıyor. Aslında, üniversite ve de Robert Kolej kısmen bizim arazimizin, kısmen de Ahmet Vefik Paşa'nın arazilerinden müteşekkil bir alanın üstüne kuruluyor


Nafi Baba Tekkesi Robet Kolej'e kucak açmıştır. Zira bu nokta, Fatih'in, Rumelihisarı'na ayak bastığı dönemden itibaren çok özel ve bir anlamda dokunulmaz bir alan statüsüne sahip oluyor. Kalenin de üstünde en yüksek noktada, boğaza hâkim bu dergâh aynı zamanda dervişlerin de inzivaya çekildiği, sakin ve gözlerden ırak bir mekândı. Bu açıdan, tekkenin rızası olmadan da Kolej'in buraya kurulabilmesi mümkün olmayabilirdi, zira o dönemde diğer yabancı dillerde eğitim veren yabancı menşeli okulların temsilcileri, Amerikalılara ayrıcalık yapılır gibi buraya Kolej'in kurulmasına karşı Sultan'a itirazlarını yöneltiyorlardı.
Üniversitemizdeki arşivlerde yazacağım bir makale için evrak ararken, Kolej'in iki kurucusundan biri olan Cyrus Hamlin'in, zamanında Hamlin Hall olarak bilinen Kolej'in ilk binasının inşaatı esnasında ailesine yazdığı mektuplarının fotokopilerine rastladım. Hamlin, temel çalışmaları başladığı günden itibaren, yukarıdan, yani tekkeden sessizce ama dikkatlice incelendiklerini yazıyor. Daha sonra, Hamlin binasının temeli atıldıktan sonra temelin sulanması gerekirken, kuraklığın baş gösterdiğini ve bu yüzden de çok endişeli olduğunu yazıyor. Aynı mektupta, kendi ifadesiyle tepedeki dervişlerin kendisini birlikte yağmur duasına davet etmek için haber yolladıklarını söylüyor. Buna çok şaşırdığını zira daha önce Müslümanlar ve Hıristiyanların birlikte dua edebildiklerini bilmediğini soyluyor. Daha da ilginci bir sonraki günün tarihini taşıyan mektupta, son derece şiddetli bir yağmur yağdığını ve temellerin dibine kadar suyla dolduğunu ifade ediyor."


Selefleri olan sair meşayih gibi tekkede dünyaya gelen Nafi Baba, Tekke'nin en tanınmış şeyhi olma özelliğini haizdir. Mahmut Baba'nın yerine 1860 yılında postnişinlik makamına getirilen Nâfi Baba'nın ismi pek çok eserde âlim, fazıl, nüktedan ve hoşsohbet bir zât ifadeleriyle zikredilmektedir.

Nafi Baba sülalesinin bilinen ilk ceddi Şeyh Bedreddin olup aile, Sevgili Peygamberimizin (sav) torunu Hz. Hüseyin'in (ra) seyyid neslinden gelmektedir.
Süheyla Hoca'yla evinde yaptığımız bir görüşmede Şeyh Bedreddin'in Akşemseddin'in arkadaşı; Hacı Bayram-ı Velî'nin de halifesi olduğunu söylemişti.
Mehmet Artemel'le olan bir hasbıhalimizde Hocamız ceddine ve Şehitlik Dergahı'na ilişkin tetebbuatını bizlerle paylaşmıştı: "Şeyh Bedreddin'in fetih şehidi olarak 1451'de şehid olduğunu mezar taşından görebiliyoruz. Esasen, bu da buradaki Şehitliğin ne kadar kıymetli bir tarihinin olduğunu gösteriyor. Şöyle ki, Fatih, fethi surların içindeki İstanbul'un alınması ile sınırlı değil; bir anlamda burada, Rumelihisarı'nda verilen zorlu mücadelede kazanılan zafer ve bunun sonucu tarihi Rumelihisarı kalesinin inşası, fethi başlatıyor.


Nafi Baba'nın Mahmut Bey Baba'ya ulaşan ceddi, İstanbul'un en kadîm aileleri arasında yer alır. Asırlardır Rumelihisarı'nda ikamet eden Nafi Baba ailesini ve irfanını günümüzde Boğaziçi Üniversitesi'nin kurucularından Prof. Dr. Süheyla Artemel ve oğlu Yard. Doç. Dr. Mehmet Nafi Artemel temsil etmektedir.Rumelihisarı'nda Kışlak Sokakta 250 yıllık tarihi bir Osmanlı Bağdadi evinde oturan aile, tasavvuf kültürünün, naif İstanbul/Anadolu beyefendiliğinin/hanımefendiliğinin müşahhas bir misalini teşkil ediyor.
Şehitlik Dergâhı'na, Şüheda Kuyusu'na, Nafi Baba Tekkesi'ne selâm olsun. Buralarda medfun bulunanların ceddimizin ervahına Fatihalar okuyalım... Bizim yapabileceğimiz bu, İstanbul'un, Türkiye'nin sahiplerinin bu konuda neler yapabileceğini ise Nafi Baba haziresindeki mezar kitabelerinde yazılı bulunan hakikate olduğu gibi "Hû Hakk Dost" diyerek bekleyip göreceğiz.

İbrahim Ethem' teşekkürlerimizle

Kaynak:İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni





HAMLİN 'İN KUYUSU

1863 senesinde bir lise olarak kurulduğunda, Robert Kolej’in bütün yükü Cyrus Hamlin adında çalışkan ve azimli bir adamın sırtındaydı. Dr. Hamlin, okulun yöneticiliğini yapmakla kalmıyor, o zaman henüz inşa halinde olan kampüste işçilerle birlikte çalışıyor, sabahları her işini bırakıp öğrencilerle beraber kahvaltı ediyor ve gerektiğinde resmi işleri halletmek üzere bazen saraya kadar uzanan görüşmeleri yürütüyordu.

1869 senesine gelindiğinde, Cyrus Hamlin Bebek’te bir efsane haline gelmişti. Herkes Hisar sırtlarında yükselen binadan bahsediyordu. Söylendiğine göre inşaatın bir planı bile yoktu. Her şey Hamlin’in kafasındaydı. Bölgede yaşayanlar, Hamlin’in kollarını sıvayıp Hisar ile Bebek arasında mekik dokuyuşunu şaşkınlık içinde izliyorlardı.

Hamlin kampüsten pek ayrılmazdı. Fakat ona ulaşmak her zaman mümkün değildi. Çünkü arada bir ortadan kayboluyordu. Onu arayanların bilmediği şey, çoğu kez su pompasını tamir etmek için okulun kuyusuna inmiş olduğuydu. Mektuplarında yazdığına göre, okulun su kaynağı olan bu derin kuyuya defalarca inip çıkmıştı.

Kuyunun yosunlarla kaplı yüzeyini ve keskin kokusunu önceleri çok yadırgarken, zamanla bu duruma alışmış ve orada rahat eder olmuştu: “Kuyuya ilk bir kaç seferinde bir halat yardımıyla indim. Sonra baktım ki olmuyor, bir ip merdiven sallandırdım. Artık orada oturma odamızda olduğum kadar rahatım. Kuyudan tepeden tırnağa sarı balçığa bulanmış bir halde, üzerimden sular akarak çıkıyorum. Sonra şöyle bir temizlenip Galler Prensi’nin İngiliz Sefareti’nde verdiği resepsiyona gidiyorum.”*

Belli ki Hamlin, bu ikili hayatı gayet güzel idare ediyordu. Sefaretteki resepsiyonda dünya meselelerine dair konuşan adamla, ondan birkaç saat önce bir kuyunun dibinde sessizce düşünen kişi aynı insandı. Hamlin, bir yandan sosyal hayatın gereklerini yerine getirirken, bir yandan da kafasında işleri tanzim etmek ve belki de yeni projeleri tasarlamak için kuyunun derinliğine sığınıyordu.

Cyrus Hamlin’in sıra dışı bir adam olduğuna hiç şüphe yok. Onun dinmeyen merakının ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirme arzusunun önünde pek az şeyin durabildiğini biliyoruz. Ancak öyle görünüyor ki bu ilginç adam, tutkulu ve heyecanlı kişiliğinden bir parçayı geride bırakmış, onu tutup kendi elleriyle ördüğü okul duvarlarının harcına karıştırmıştı.

Bugün kampüsteki ilk tuğlaların yerleştirilmesinin, yani şu anda I. Erkek Yurdu olarak kullanılan Hamlin Hall’un inşa edilmesinin üzerinden neredeyse yüz elli sene geçti. Hamlin Hall’dan sonra başka binalar da yapıldı. Biz hâlâ bu binalarda genç insanları, önlerinde uzanan uzun ve belirsiz bir geleceğe hazırlamak için uğraşıyoruz. Çoğu kez başarılı oluyoruz. Ama Boğaziçi’nin aslında hangi ilkeler üzerinde durduğuna dair pek fazla konuşmuyoruz.

Eğer nasıl bir yer olduğunu sorarsanız, birçok kişi size Boğaziçi’nin Türkiye’deki en iyi üniversitelerden biri olduğunu söyleyecektir. Bu okulun, standardın üzerinde bir eğitim verdiğinden ve mezunlarına toplumda prestij ya da statü sağladığından bahsedecektir.

Bunların hepsi doğrudur. Ancak Boğaziçi Üniversitesi bunlardan ibaret değildir.

Asıl söylenmesi gereken şudur. Boğaziçi Üniversitesi, öğrencilerine ilham veren bir okuldur. Bizim üniversitemiz, bireylerin eğitim almak uğruna hayallerini geride bıraktıkları bir yer değildir. Tam tersine, onların heveslerini kırmayan ve kişisel becerilerini geliştirmelerine meydan veren bir kurumdur. Boğaziçi, her biri yalnızca birer meslek erbabı olan kişiler yerine, hayatı anlayıp onu dönüştürebilecek öğrenciler yetiştirmeyi hedefler.

Bunun içindir ki, Boğaziçi’nde her zaman sürprizlerin varlığı hissedilir. Tam her şeyi öğrendim artık dediğiniz anda, birisi gelip size daha önce gitmediğiniz yerlerin yolunu gösterecektir. Bir derste daha önce hiç duymadığınız bir fikirle karşılaşırsınız. Kütüphanede ufkunuzu genişleten bir kitap okursunuz. Ya da bir kulüp faaliyeti sırasında, o zamana kadar ortaya çıkmamış bir yeteneğinizi keşfedersiniz. Bilginin bir takım detayları üst üste yığıp biriktirmekle değil, çok daha yoğun bir kavrayışla ilgili bir şey olduğunu anlarsınız. Sonra bir de bakarsınız ki, bir fikrin peşinden gitmeye hazırsınız. Hatta aradığınız şeyi gün ışığına çıkarmak için derine çok daha derine inmeyi göze almışsınız.

İşte o zaman Hamlin’in Kuyusu ile tanışmış olursunuz.

Hamlin’in Kuyusu, içine girmeye cesareti olan herkesi biraz balçık biraz yosun ama her zaman büyük bir hazine ile karşılar. Çünkü onunla beraber gündelik hayatın döngüsünden uzaklaşırsınız. Önünüzde yepyeni bir dünya açılır. Yaratıcılığın ve özgür düşüncenin dünyasıdır bu. Kimileri için sanatın, kimileri için bilimin, kimileri içinse soyut tasarıların bulunduğu yerdir. Bir nota sehpasıyla, bir laboratuvar önlüğüyle, ya da bir kitapla başlamış olabilir. Ancak her zaman bir derinlik vaat eder bize. Gerçek bilginin derinliğini.

Boğaziçi Üniversitesi, kurulduğundan bu yana, yani tam yüz elli senedir, hâlâ bilgiye karşı duyulan bu heyecanın, hevesin ve merakın izlerini taşıyor. Bir akademik kurum olarak, sadece topluma faydası olacak bireyler yetiştirmekle kalmıyor, onların hepsini yetenekleri ölçüsünde gelişmeleri ve ilgi duydukları alanlarda derinleşmeleri konusunda yüreklendiriyor.

Üniversitemizin yüz ellinci kuruluş yıldönümünü kutlarken, büyük bir ilham ve azimle inşa edilmiş bu okulun, mezunlarına bir etiketten ziyade, hayatın kendisini anlama ve dönüştürme becerisi kazandırmayı amaçladığını hatırlatmakta fayda var.

Hamlin’in kuyusu fiziksel olarak artık iş görmüyor. Kampüs çoktan şehir suyuna bağlandı.

Ama o kuyunun ilham verdiği eğitim anlayışı Boğaziçi Üniversitesi’nde bugün hâlâ devam ediyor.

* Marcia ve Malcolm Stevens, Against the Devil’s Current: The Life and Times of Cyrus Hamlin, 361.

Meltem Gürle
Yabancı Diller Yüksekokulu

20 Mart 2013 Çarşamba

OSMAN HAMDİ BEY





Osman Hamdi, (d. 30 Aralık 1842, İstanbul - ö. 24 Şubat 1910 İstanbul) Osmanlı arkeolog, müzeci, ressam ve Kadıköy'ün ilk belediye başkanı.[1][2]
Osmanlı sadrazamlarından İbrahim Ethem Paşa’nın oğlu, müzeci Halil Ethem Bey ve nümizmat İsmail Galip Bey’in ağabeyidir.
İlk Türk arkeoloğu kabul edilir.[kaynak belirtilmeli] En önemli arkeolojik kazısı 1887-1888’de gerçekleştirildiği Sayda Kral Mezarlığı (Lübnan) kazılardır. Bu kazılar sırasında dünyaca ünlü İskender Lahidi’ni bulmuştur.
Çağdaş Türk müzeciliğinin kurucusudur.[kaynak belirtilmeli] İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni kurmuş, 29 yıl müdürlüğünü yapmış ve müzeyi dünyanın sayılı müzeleri[kaynak belirtilmeli] arasına sokmuştur.
Günümüzde varlığını Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak sürdüren Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi'nin kurucusudur. İlk Türk ressamlarından birisidir ve Türk resminde figürlü kompozisyon kullanan ilk ressam olarak tarihe geçmiştir.
31 Aralık 1842’de İstanbul’da dünyaya geldi. Ülkenin ilk maden mühendislerinden olan babası İbrahim Ethem Bey, 1877’de sadrazamlığa kadar yükselen bir devlet adamıydı. Ailenin ikisi kız altı çocuğundan en büyüğü Osman Hamdi’dir.[4] Erkek kardeşlerinden Mustafa Bey İstanbul gümrük müdürü, İsmail Galip Bey Türkiye’de nümizmatik biliminin kurucularından biri, Halil Ethem Bey ise müzeci olmuştur.
Osman Hamdi, ilkokul öğreniminin ardından, 1856 yılında Maarif-i Adliye okuluna başladı. Oğullarının yurtdışında öğrenim görmesini isteyen babası onu birkaç yıl sonra hukuk öğrenimi için Paris'e gönderdi. Paris’te kaldığı 12 yıl boyunca hukuk öğrenimini sürdürürken o dönemin ünlü ressamlarından olan Jean-Léon Gérôme ve Boulanger'in atölyelerinde çıraklık yaparak iyi bir resim eğitimi aldı. Onun Paris’te bulunduğu dönemde Osmanlı Devleti resim öğrenimi için Şeker Ahmet Paşa ve Süleyman Seyyid’i Paris’e göndermişti. Bu üç kişi, Türk resim sanatının ilk kuşağını oluşturdu.[5] Osman Hamdi Bey, 1867 Paris Dünya Sergisi’ne bugün nerede oldukları bilinmeyen “Çingenelerin Molası”, “Pusuda Zeybek “ve “Zeybeğin Ölümü” adlı üç yapıtını gönderdi.[3] Paris’te tanışıp evlendiği Marie adlı eşi ile 10 yıl evli kaldı, Fatma ve Hayriye adlı iki kızları oldu.

Yurda döndükten sonra devletin farklı kademelerinde görev aldı. İlk görevi Bağdat İli Yabancı İşler Müdürlüğü idi. Mithat Paşa’nın Bağdat’a vali olması nedeniyle geldiği bu şehrin çeşitli görünümlerini yansıtan tablolar yaptı, Bağdat tarihi ve arkeolojisi ile ilgilendi.[6] O sırada vali Mithat Paşa’nın yardımcısı olan, geleceğin ünlü romancısı Ahmet Mithat Efendi ile tanışıp dost oldu.
İstanbul’a döndüğünde Saray Protokol Müdür Yardımcısı olan Osman Hamdi, bu sırada Viyana’da düzenlenen Uluslararası Sergi’ye komiser olarak katıldı. Viyana’da iken tanıştığı adı Marie olan bir başka Fransız hanımla ikinci evliliğini yaptı. Naile Hanım adını alan ikinci eşinden Melek, Leyla, Ethem, Nazlı adlı çocukları dünyaya geldi.
1875 yılında Kadıköy'ün ilk şehremini (belediye başkanı) olarak görevlendirildi ve bu görevi bir yıl sürdürdü[7].
Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra devlet memurluğundan ayrılan Osman Hamdi Bey, 1881'de Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) müdürü Anton Dethier’in ölümü üzerine padişahın şahsi emri ile müze müdürlüğüne atandı.
1 Ocak 1882’de padişah II. Abdülhamit, tarafından bir başka göreve daha atandı. Türkiye’nin ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin müdürlüğü ile görevlendirilmişti. Okul binasını Mimar Vallaury ile birlikte tasarladı. Binanın inşası ve akademik kadronun kurulmasının ardından okulu 2 Mart 1883’te öğretime açtı.
Müze-i Hümayun müdürü olarak ilk işi eski eserlerin yurt dışına götürülmesini yasaklayan bir tüzük hazırlamaktı. Yürürlükte bulunan 1874 tarihli “Asar-ı Atika Nizamnamesi"ni 1883 yılında yeniden düzenledi ve yürürlüğe soktu. Bu yeni düzenleme ile Batılı ülkelere Osmanlı topraklarından eski eser kaçırılmasını önledi.
Müze müdürlüğü sırasında ilk Türk bilimsel kazılarını başlatan Osman Hamdi Bey, Nemrut Dağı, Lagina (Muğla, Yatağan) ve Sayda (Lübnan)'da arkeolojik kazılar gerçekleştirdi. Sayda’da yaptığı kazılarda bulduğu antik eserler arasında arkeoloji dünyasının başyapıtlarından sayılan İskender Lahiti de bulunmaktadır. Söz konusu eserler, İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Osman Hamdi Bey, ona uluslar arası ün getiren bu kazılarla ilgili olarak arkeolog Salomon Reinach ile birlikte “ Une necropole a Sidon (Sayda Kral Mezarlığı)” adlı bir kitap yazmış ve 1892’de Paris’te yayımlatmıştır.[3]
Osman Hamdi Bey, yakın çevresini de çeşitli kazılarda görevlendirmişti. Oğlu Mimar Ethem Bey’in Tralles natik kentinde (Güzelhisar, Aydın) yaptığı kazılarda Roma tanrısı Artemis'e atfedilmiş bir tapınağın frizleri ile daha birçok eser ortaya çıkarıldı ve Müze-i Hümayun’a getirildi. Aydın’da Alabanda ve Sidamara antik kentlerindeki kazılarının başında kardeşi Halil Ethem Bey’i görevlendirdi. Müze Memurlarından Makridi Bey, Rakka, Boğazköy, Alacahöyük, Akalan,Langaza, Rodos, Taşöz ve Notion kazılarını yürüttü.
Osman Hamdi Bey, kazılar neticesinde artan eserleri sergileyebilmek için yeni bir bina arayışına girdi. Eserler, Aya İrini’den sonra Çinili Köşk’e taşınmıştı ancak burası da yetersiz gelmekteydi. Devrin yöneticilerini ikna ederek bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi binasını inşa ettirdi. Üç aşamada tamamlanan müze binasının ilk kısmı 1899'da, ikinci kısmı 1903'de, üçüncü kısmı 1907 yılında ziyarete açıldı. Müzenin içinde fotoğrafhane, kütüphane, modelhane yaptırdı.
Müze-i Hümayun, arkeoloji ağırlıklı bir müze olmuştu. Koleksiyondaki silahlar ve askeri teçhizatlar Aya İrini’de bırakıldı ve "Esliha-i Askeriye Müzesi" adıyla düzenlendi. Bugünkü Askeri Müze’nin temeli olan bu yeni müze, 1908’de ziyarete açıldı. Osman Hamdi Bey’in İstanbul dışındaki kentlerde kurdurduğu eser depoları ilerde kurulacak bölge müzelerinin temeli oldu. Sanayi Nefise Mektebi öğrencilerinin eserlerini mektebin büyük salonunda toplayarak Güzel Sanatlar Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmaya başladı. Tüm bu çabaları, onu çağdaş türk müzeciliğinin kurucusu yapmıştır.
Osman Hamdi Bey, müzecilik ve arkeoloji çalışmalarını sürdürürken resim yapmayı hiç bırakmadı. Resimlerini genellikle Eskihisar, Gebze’deki evinde geçirdiği yaz aylarında yaptı. Türk resminde ilk kez figürlü kompozisyonu kullanan ressamdı.[3] Resimlerinde okuyan, tartışan, özlemini duyduğu Türk aydın tipini ve dışarıya açılmış kadın imgesini ele aldı. Dekor olarak tarihi yapıları, aksesuar olarak tarihi eşyaları kullandı. "Kaplumbağa Terbiyecisi" (1906), "Silah Taciri" (1908) Osman Hamdi’nin en ilgi çeken ve özgün eserlerindendir. Birçok resmi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Londra, Liverpool ve Boston müzelerinde sergilenmektedir.
Sanatçı, 24 Şubat 1910 tarihinde Kuruçeşme’de(İstanbul) yalısında hayatını kaybetti. Ayasofya’da kılınan cenaze namazının ardından müzenin bulunduğu Çinili Köşk’e getirilen cenazesi, vasiyeti üzerine Eskihisar’a götürülerek defnedildi. Mezarının başına Bakanlar Kurulu kararıyla iki isimsiz Selçuklu taşı kondu.[8] Sanatçının Eskihisar' daki köşkü 1987’den bu yana müze olarak hizmet verir






 
 








 
 
 
 
 
 
 
EN ÜNLÜ TABLOSU
Kaplumbağa Terbiyecisi
 
 
 
 
 
 
 
 
 Osman HAMDİ BEY ve kızı